8 Ekim 2013 Salı

POLONYA SİNEMASI: ACININ GÖRSEL ŞÖLENİ




Polonya...Doğu Avrupa’nın soğuk ülkesi ; çekingen, sessiz sakin ve dinine düşkün insanlar ülkesi; İkinci Dünya Savaşı’nın en çok yara alan ülkesi...Hemen hemen tamamen varoşlardan oluşan sokakları, yıkık dökük eski binaları, sokaklarında cirit atan dilencileri ile doğunun tüm kasvetini üzerinde yansıtır.

Ne zaman Polonya’nın tenha sokaklarında bir başıma dolansam içimi ürpermeyle karışık bir acıma hissi kaplardı. Terkedilmiş izlenimi veren bu sokaklarda attığım her adımın sesini duyar, başımı kaldırdığımda yüzünü çeviren tedirgin insanlara rastlardım. Zira yabancı demek, tedirginlik ve güvensizlikle eş anlamlıydı onlar için. Çünkü tarih boyunca Japonların aksine doğadan değil, insanlardan zarar görmüşlerdi. Bazen de elimi soğuk duvarlarına dayar ve öylece kımıldamadan beklerdim. Birden duvarların ardındaki yalnızlık, terkedilmişlik ve sessizlik, bir çığlık gibi düğümlenirdi boğazımda. İşte öylesi sessizlik anlarında, uzaklardan gelen çan sesleri kulağımın dibindeymişçesine yankılanırken, kendimi kafkaesk bir boşluğa sürüklenir hissederdim. Farkındaydım, Doğu Avrupa’ydı burası; dehşetin, trajedinin, en önemlisi de Auschwitz’in olduğu bir yerdi. Belki savaşın izleri şehirlerden silinmişti; ama bu izler, insanların yüzlerine/karakteristik özelliğine bir daha silinmemek üzere sinmişti.

Rusya ve Almanya  gibi iki güçlü ülkenin ortasında varolmanın acısını tarih boyunca üzerinde taşıyan bu millet, her şeye rağmen Kopernik, Chopin, Marie Curie, Sienkiewicz, Stanislaw Lem, ve daha birçok ünlü ve yetenekli kişiyi insanlığın hizmetine kazandırdı. Bu kadar farklı alanda başarı söz konusu olunca sinemaya da el atmaları ve hatta dönem dönem damgalarını basmaları pek gecikmedi.

Polonya sinemasının ortaya çıkışı, hemen hemen sinemanın ortaya çıkışıyla aynı tarihlere, 1890′lara kadar gider. Ancak işin trajik yanı, sinemanın ortaya çıktığı yıllarda , Polonya diye bir ülke yoktu haritalarda. Ülke Ruslar, Almanlar ve Avusturyalılar arasında bölüşülmüştü. İkinci Dünya Savaşı bitene kadar da doğru düzgün çalışma ortamı olmadığı için, savaş öncesi dönemde günümüz adına önemli bir film çekilmez. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise özellikle Aleksandr Ford’un girişimleri sayesinde kıpırdanma olur ve 1948 yılında Polonya’nın küçük bir şehri olan Lodz’da (vuç diye telafuz edilir) yalnız Avrupa’nın değil dünyanın da sayılı sinema okullarından biri kurulur. Bu okul, yıllar içerisinde Avrupa sinemasına damga vuracak birçok yönetmenin yetişmesini sağlayacaktır.

İkinci Dünya Savaşı’nın etkileri Polonya sinemasına büyük ölçüde yansımıştır. Bu dönemde çekilen filmler genellikle ahlaki kaygıları ve ulusal değerleri öne çıkarır. Lodz Film Okulu’ndan mezun olan yeni nesil yönetmenler içerisinde Andrzej Wajda, Andrzej Munk ve Jerzy Skolimowski 1950′li ve 1960′lı yıllarda Polonya sinemasında öne çıkan isimler olurlar. Bu dönem filmleri içerisinde ise hiç kuşkusuz Wajda imzalı Kanal (Canal, 1957) ve Küller ve Elmaslar (Ashes and Diamonds, 1958); Munk imzalı Yolcu (The Passenger (1961) filmleri öne çıkar. Bu filmler Cannes ve Venedik gibi uluslararası festivallerde çeşitli ödüller toplayarak dikkatleri Polonya sinemasına ve Lodz Film Okul’una çevirirken, Polonya sineması ise yavaş yavaş Avrupa’da adından söz ettirmeye başlar.

1960′ların ortalarından itibaren duraklama dönemine girer Polonya sineması. Bunda özellikle artan Sovyetler Birliği etkisi ve ülkenin sansürcü sosyalist hükümetlerinin baskıları önemli rol oynar. Bu dönemde yılda sadece birkaç film çekilirken, sansür ve baskı nedeniyle ülkenin önde gelen yönetmenlerinden Skolimowski yurt dışına kaçar. Ancak Skolimowski kaçmadan önce ülkesinde çektiği son filmi Eller Yukarı (Hands Up, 1967) ile sistemi kıyasıya eleştirir ve büyük bir gürültü koparır. Roman Polanski ise çoktan İngiltere’ye kaçmıştır bile.

Burada Roman Polanski’ye ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Sırasıyla çevirdiği Sudaki Bıçak (Knife in The Water ,1962), Tiksinti (Repulsion), Rosemary’nin Bebeği (Rosemary’s Child , 1968) ile dünya çapında bir yönetmen olmuş; Çin Mahallesi, (Chinatown, 1974) ile zirveye çıkıp Oscar ödülü dahi kazanmıştır. Ancak Polanski her ne kadar aslen Polonyalı olsa da, Polonya sinemasına pek bir katkısı yoktur. Filmlerinin büyük bir çoğunluğunu yurtdışında çekmiş, anadili Lehçeyi kendi halkının dramını anlatan Pianist filminde dahi kullanmamıştır.

1970li yıllardan itibaren Polonya sinemasına hareketlilik gelir. Bu dönemde yine Lodz Film Okulu mezunları Roman Polanski, Krzysztof Zanussi ve Krzysztof Kieslowski öne çıkar ve bu isimler zamanla yalnız Avrupa sinemasının değil dünya sinemasının da önemli yönetmenleri arasında sayılır. Onlara 80′ler ve 90′larda çevirdiği kült filmler ile bir kadın yönetmen, Agnieszka Holland da katılır.

Polanski ve Kieslowsi’ye nazaran ülkemizde pek tanınmayan Krzysztof Zanussi, felsefeyi sinemanın içinde eriten filmleri ile uluslararası kabul görmüş bir yönetmendir. Diğer bir deyişle, Jean Jacques Rousseau ve Denis Diderot’nun edebiyatta yaptığını sinemada başarabilmiştir. İlk uzun metrajlı filmi Kristalin Yapısı (Struktura, 1969), Cannes Film Festivali’nden juri büyük özel ödülü ile dönen Sabit Sayı (Kontans, 1980) , Venedik Film Festivali en iyi film ödüllü Sakin Güneş Yılı (Rok Spokojnego Slocna,1984) en önemli filmleridir.

Ancak 70′li yılların en önemli Polonya filmini Mermer Adam (Man of Marble, 1976) ile Wajda verir. Çoğu kimselerce “Polonyanın Vicdanı” ve “Ustalar Ustası” gibi adlarla anılan Wajda, Polonya tarihi, ikinci dünya savaşında Polonyalıların durumu temalı filmleri ile Polonya sinemasında ayrıksı ve özel bir yere sahiptir. Kieslowski ise filmlerini genellikle Fransa’da çekmeyi tercih etmiş, Wajda’nın toplumsal filmlerinin aksine bireyi öne çıkaran filmleri ile vatanına sırt çevirdiği iddialarına maruz kalmıştır. 1979′da ilk önemli filmi Amatör (Camera Buff) ile Avrupa’da dikkatleri üstüne çekmeye başlayan Kieslowski, sonraki yıllarda çekeceği filmler ile Avrupa sinemasının medhar ı iftarlarından biri olarak anılacaktı.

80′li yıllar Polonya sinemasının yükselişe geçtiği bir dönemdir. Bu yılların en önemli filmleri; Cannes Film Festivali Altın Palmiye ödüllü Wajda filmi Demir Adam (Man of Iron, 1981), yine bir Wajda yapıtı olan Danton (1983), Kieslowski’nin Musa’nın on emrinden hareketle Polonya devlet televizyonu için çektiği on bölümlük Dekalog (1989-1990), Skolimowski imzalı Ay Işığı (Moonlighting,1982) sayılabilir.

Bu filmler içerisinde hiç kuşkusuz Dekalog serisi öne çıkar. Kieslowski her ne kadar bu filmleri Polonya devlet televizyonu için yaptıysa da, filmler o kadar dikkat çeker ki, serinin beşinci ve altıncı filmlerini sinemasal zemine oturtarak yeniden çeker: Aşk Üzerine Kısa Bir Film (A Short Movie About Love,1988) ve Öldürme Üzerine Kısa Bir Film (A Short Movie About Killing, 1987). Her iki film de gösterime girdiği yıllarda büyük ilgi görür ve başta Cannes olmak üzere, uluslararası festivallerden çeşitli ödüllerle döner.

90′lı yıllara gelindiğinde Polonya sineması gerçek anlamda altın çağını yaşar. Lodz Film okulu mezunları Wajda, Kieslowski, Polanski, Zanussi, Skolimowski artık olgunluk dönemlerinin zirvesindedir. Bu ustaların yanına Avrupa’da adı yeni yeni duyulmaya başlayan ve zamanında Wajda ile Zanussi gibi iki ustanın çıraklığını yapan Agnieszka Holland da katılır. Böylece Polonya sinemasının yedinci harikası da tamamlanmış olur (gerçi Polonya sinemasının yedi harikasından biri olan Andrzej Munk 1960′larda henüz kırk bir yaşındayken hayatını kaybetmiştir).

Hiç şüphesiz 90′lı yıllar Agnieska Holland ve Kieslowski’nin yıllarıdır. Kieslowski önce sıradışı filmi Veronika’nın İkili Yaşamı (A double life of Veronica, 1991) ile en önemli filmlerinden birine imzasını atar. Sonrasında ise yalnız kendisinin değil, sinema sanatının da en büyülü filmlerinden biri olan Üç Renk Üçlemesi (Three Colours,1993-1994) filmlerini tamamlayarak sinemayı bıraktığını açıklar. Üç Renk Üçlemesi, adını,Fransa bayrağını oluşturan mavi, beyaz ve kırmızıdan alır. Serinin ilk filmi Mavi (Blue, 1993) özgürlüğü, ikincisi Beyaz (White, 1994) eşitliği, üçüncü ve son filmi Kırmızı (Red, 1994) ise kardeşliği sembolize eder. Serinin bütünlüklü yapısının yanında, Kieslowski filmlerinin değişilmez bestecisi Zbigniew Preisner’ın da olağanüstü müziklerinin filme büyük katkısı vardır. Cannes, Berlin, Venedik gibi tüm önemli festivallerden çeşitli ödüllerle dönen Üç Renk Üçlemesi, kimi eleştirmenlerce sinema sanatının en iyi üçlemesidir. Ancak Kieslowski yeni filminin çekimlerine başlayamadan 1995 yılındaki ani ölümü yalnız Polonyalıları değil tüm hayranlarını derin üzüntüye boğmuştur.

 Agnieszka Holland ise Avrupa’nın önde gelen kadın yönetmenlerden biridir. Lodz Film okulu’nun bir numaralı rakibi konumundaki Prag’daki FAMU’da sinema eğitimi alan Holland, Zanussi’yi hocası kabul eder. Ardı ardına çektiği Europa Europa (1990), Olivier Olivier (1992), Gizli Bahçe (The Secret Garden, 1993) gibi filmleri anında kült statüsüne erişen Holland, kendini bir anda Avrupa’nın önemli yönetmenleri arasında bulur. Bu filmlere başrolünü Leonardo Di Caprio’nun oynadığı Rimbaud ile Verlaine ilişkisini anlatan Tutkunun Şairleri (Total Eclipse, 1995) adlı popüler filmini de ekleyen Holland, Avrupa sinemasında 90′lı yılların en başarılı yönetmenlerinden biri olmuştur. Eski ustalardan Wajda, Pan Tadeusz (1999) ; bir diğer usta Zanussi ise Dörtnala (At Full Gallop,1996) ile 90′lı yıllardaki en önemli filmlerine imzalarını atarken bu yıllarda Polonya sinemalarında Amerikan filmleri revaçta olur. Bundan elbette genç yönetmenler de etkilenir ve Holyvoodvari filmler çekilmeye başlanır. Bu dönemde Amerikan tarzı filmlerin en başarılısı Wladyslaw Pasikowski’nin Domuzlar (Pigs,1992) adlı filmidir.

2000′li yıllar Polonya sineması için gayet verimli geçer. Önce 2000 yılında Andrzej Wajda Oscar onur ödülüne değer görülür. Ardından 2002 yılında Polanski Pianist filmiyle Cannes’da altın palmiye dışında, en iyi yönetmen dahil 3 dalda Oscar kazanır. Polonyalı yönetmenlere ardı ardına verilen bu Oscar ödülleri Polonya sinemasının sadece Avrupa değil aynı zamanda evrensel boyutta olduğununu da bir kez daha ispatlar. Polanski’nin Pianist filmi kendi filmografisi için oldukça özel bir yerde durur. Yıllarca vatanından uzakta, Amerika, İngiltere ve Fransa’da yaşamış, filmlerini oralarda ve anadilinin dışında yani İngilizce çekmiş, Polonya tarihine ve kültürüne hiç değinmemişti. Ancak Polanski öyle bir film çekti ki, hem kendi milletine olan gecikmiş vefa borcunu ödedi, hem de Chinatown’dan sonra düşüşe geçen kariyerini yeniden zirveye çıkarttı. Denilebilir ki Spielberg için Schindler’s List neyse, Polanski için de Pianist öylesi bir anlam ifade eder. Pianist filmi dışında bir Charles Dickens uyarlaması olan Oliver Twist (2005) ve bol ödüllü filmi The Ghost Writer (2010) ile 2000′li yıllarda adından oldukça söz ettirmiştir.

 Wajda ise Katyn (2007) filmi ile bu dönemdeki en başarılı filmini gerçekleştirir. Film, yabancı dilde en iyi film Oscar ödülüne adaylık kazanmasının haricinde çeşitli festivallerden ödüllerle de döner. Zanussi’nin İstenmeyen Adam (Persona Non Grata, 2005; Skolimowski’den Anna ile Dört Gece (Four Nights with Anna, 2008), Esential Killing (2010); Jan Jakup Kolski’nin Pornografia (2003) adlı filmler dönemin öne çıkan başlıca yapımlarıdır.

Yeni bir döneme girerken, Polonya sineması sırtını eski ustalara dayamıştır. Yunanlıların antik Yunan edebiyat ve sanatını temel kaynak ve örnek alması misali, genç Polonyalı yönetmenler de Wajda, Zanussi, Kieslowski, Skolimowski gibi ustalarının izinden gider. Ancak elbette çoğu ülkede olduğu gibi Polonya’da da popüler Amerikan filmleri gişede üstündür ve bu kimi yapımcı/yönetmenlerin iştahını kabartmakta, bu tip filmler çekmelerine sebep olmaktadır.

 Soykırım, yıkım ve savaşlarla dolu bir yüzyılı geride bırakan dünya, yeni bir döneme geçişin sancılarıyla/sorunlarıyla boğuşurken, akıl almaz hızda artan teknolojik gelişmeler insanoğlunun birbiriyle iletişimi arttırmaktan ziyade bireyselleştirmeye, dolayısıyla da engellemeye yönelik ilerlemektedir. Gittikçe eğlenceye ve populizme odaklanan televizyon ve sinema ise bu geçişin sorunlarını yansıtmaktan oldukça uzaktadır. Özellikle Amerika çıkışlı, popüler kültür ve eğlence temelli, toplumsal sorunları yansıtmaktan uzak, sadece anlık keyif veren aksiyon ve macera filmleri sinemanın geleceği hakkında pesimist düşüncelere sevketmektedir. İşin daha da kötü yanı, Amerikan sinemasının gişedeki hegomonyası neticesinde, diğer ülke sinemalarının da ekonomik sıkıntılar nedeniyle gişede başarı odaklı filmlere yönelmeleridir. İşte böylesi bir ortamda Polonya gibi mütevazı ama nitelikli filmler üreten ülkelere ihtiyaç duyulmaktadır. Dileğimiz odur ki kısıtlı bütçeleriyle Holywood’a direnmeye çalışan Polonyalıların bu sinemasal savaştan galibiyetle ayrılmalarıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder