10 Ekim 2013 Perşembe

YAZARLARLA ÖZDEŞLEŞMİŞ YERLER




bilindigi gibi bazi yazarlar, dogup buyudukleri ve(ya) yapitlarinda isledikleri yerlerle ozdeslesmislerdir. yapıtlarında yaşadıkları/doğdukları/sevdikleri şehirleri sokak sokak işlemişlerdir. onların yapıtlarında baş karakter kadar mekan da önemli yer tutar. çünkü bu şehirler onların yapıtlarına ilham/yön vermişlerdir. çünkü onlar yapıtlarına olduğu kadar, yaşadıkları yerlere de sadık kalmışlardır. çünkü onlar biliyor ki bu yerler/şehirler de onlara öldükten sonra dahi sahip çıkacaklardır.

ancak bazı yazarlar (mesela kafka) yapıtlarında işlemeseler de ömürlerinin büyük çoğunluğunu burada geçirdiklerinden, o şehir dendiğinde o yazar akla gelir olmuştur. kafka-prag ilişkisi işte böyle bir ilişkidir.

iste birkac ornek:

dostoyevski : petersburg
dostoyevski aslen moskovali olmasina ragmen petersburg'u romanlarinda bir kahraman gibi detayli islemistir, suc ve ceza'da raskolnikov'un yoldasi/dostu yalnız ve yalnız petersburg sokaklaridir. romanlarında, özellikle suç ve ceza'da, petersburg da adeta bir roman kahramanı gibi detaylı işlenmiştir. okur, kitabı elinden bıraktığında aklında, raskolnikov'u açlıktan katilliğe kadar sürükleyen bu şehri de asla unutamayacaktır.

james joyce : dublin
joyce denince akla ilk önce ulysses ve bu romanın baş kahramanı gibi detaylı işlenen dublin gelir. romanda öylesine derinlikli ve detaylıdır ki dublin, her yıl 16 haziran'da (romanın geçtiği gün) romanın fanatikleri dublin sokaklarında romanın kahramanı leopold bloom 'un yürüdüğü yolları izleyerek şehir turu yaparlar.

charles dickins: londra
oliver twist ve david copperfield yıllarca londra'nın sokaklarda acliktan surundü, hırsızlık yaptı. yıllarca londra'nın soğuk ve ıslak kaldırımları onların sıcacık yatağı oldu ve bu sayede londa'nın simge yazarı dickens oldu.

franz kafka : prag
kafka diger yazarlardan farkli olarak pragla ozdeslesmesinin sebebi, orada omrunu gecirmesidir. yapitlari bilindigi gibi somut yerlerde gecmez. ama prag denince akla ilk gelen sey kafka'dir denebilir. yazarına sadık kalan prag, kafka adına dünyaca ünlü ve sıradışı bir müze kurmuştur. bugün bu müze dünyanın en çok ziyaret edilen müzelerinden biri ve bence en güzelidir.


honore de balzac : paris
fransiz romaninin babasi balzac, paris burjuvazisinin onde gelenlerinden biridir (asil adi honore balzac'tir. ancank balzac, "de" ekini paris sosyetesinde soylu gorunmek icin kendi eklemistir). o unlu insanlik komedyasi serisinde paris'e ayri bir kahraman gibi sokak sokak yer vermistir.

orhan pamuk : istanbul
orhan pamuk da james joyce'un yaptigini yapmaya cabalamis biridir. zaten nobel odulu verilirken pamuk'un istanbul'a olan bu ilgisi ozellikle belirtilmis ve gerekcelerden biri olarak gosterilmistir. kar romanı dışında tüm yapıtları istanbul'da ve özellikle nişantaşı'nda geçer. kara kitap romanı orhan pamuk'un istanbul'a adeta taptığının göstergesidir.

yasar kemal: cukurova
yasar kemal dogdugu topraklara sadik kalmis bir yazardir ve yapitlarinda cok iyi bildigi cukurova halkini ve toroslari anlatmistir. hemen hemen tüm romanları çukurova'da geçen yaşar kemal, bence yaşadığı yerin sorunlarını, umutlarını ve özlemlerini yapıtlarına en iyi yansıtabilmiş bir yazardır.

 macondo: yüzyılımızın en etkili yazarlardan ve yaşayan yazarlar içerisinde genellikle en iyi yazar olarak kabul edilen gabriel garcia marquez'in yaratttığı düşsel kenttir. marquez'in macondo'yu yaratırken doğduğu yer olan aracataca'dan ilham aldığı ise edebiyat çevrelerinde bilinen bir gerçek..
özellikle yüzyıllık yalnızlık adlı efsanevi romanını yayınmlarken marquez, macondo'yu da ölümsüzleştirdiğinin hiç şüphesiz farkındaydı.

yoknapatawpha: genellikle amerikan edebiyatının en iyi romancısı kabul edilen william faulkner'in sartoris adlı romanından itibaren birçok romanının geçtiği düşsel ülke. faulkner, bilindiği üzere güneyli bir yazardır ve dolayısıyla siyahilerin yoğunlukta olduğu bir kesimden gelmektedir. yoknapatawpha da işte böylesi siyahi ve beyaz insanların birlikte yaşadığı bir ülkedir. absolom absolom adlı romanında ise ülkenin haritasını vermiştir.

BÜTÜN KİTAPLARI OKUNASI YAZARLAR

Dikkat edilecek olursa iki yazar türünün tüm yapıtları okunmaya değerdir:

1-disiplinli yazarlar: şahsi görüşüm disiplinli yazarların okunabilir yapıtlarının üretken yazarlara oranla çok daha fazla olması yönündedir. bu tip yazarlar yapıtlarını yazarken derin araştırmalar yapar, her sözcük , her cümle üzerine uzun uzun düşünürler. genellikle en iyi şeklini bulana kadar aynı romanı birkaç kez yazarlar. hemen örneklendirelim:
mesela marcel proust ve balzac aynı dilde yazan (fransızca) ve aynı yaşta (51) ölmüş dönemlerinin büyük yazarlarıdır. ancak ikisi arasında çok önemli bir farka var; balzac öldüğünde geride yaklaşık 90-95 roman bırakmıştır. proust ise zevkler ve günler adlı bir deneme kitabı ve 7 ciltten oluşan kayıp zamanın izinde adlı tek roman. buradan çıkan sonuç gayet net, balzac oldukça üretken bir yazar ama bu aynı zamanda onun zaafı. çünkü özensiz ve dikkatsiz yazan biri. proust ise oldukça disiplinli ve yapıtlarını tekrar tekrar kontrol ederek yazıyor. dolayısıyla da ortaya belki daha güzel olması tartışılabilir ama şüphesiz ki edebi açıdan daha iyi yapıtlar çıkarıyor. disiplinli yazarlar arasına, james joyce, gustave flaubert, virginia woolf, robert musil gibi isimleri ilave edebiliriz. diğer yandan charles dickens, john steinbeck, ernest hemingway gibi yazarlar oldukça üretken yazarlardır.

2- özgün yazarlar : bu tip yazarların kendine has bir yazış biçimi ve biçemi vardır. bu tarz yazarlar hiçbir akıma bağlanamaz ve tüm yapıtları hemen hemen aynı havayı yansıtır. dolayısıyla da yapıtları genel olarak bir bütünlük oluşturur. okur, böylesi özgün bir yazarın hemen her eserinden aynı keyfi alabilir. franz kafka, dostoyevski, gabriel garcia marquez, william faulkner gibi yazarların kendine has dünyası vardır. franz kafka'da kaotik, baskıcı, mekansız/zamansız ortam; dostoyevski'de ruhsal sorunlu kahramanlar; gabriel garcia marquez'de fantastik olanla gerçeğin iç içeliği ve çoğu romanının geçtiği düşsel macondo kenti; william faulkner'daki bilinçakışı tekniği ve marquez usulü çoğu yapıtlarının geçtiği düşsel yoknapatawa kenti...
görüldüğü üzere özgün yazarların yapıtlarında konu farklı olsa da onları birleştiren bir üslup ve/ya mekan birliği bulunur.

9 Ekim 2013 Çarşamba

YÖNETMENLERİN EDEBİYATTAKİ KARŞILIKLARI

sinema yaklaşık 120 yıllık bir geçmişe sahip bir sanat dalı, edebiyat ise binyıllardır var. her iki alanda da öyle usta isimler yetişti ki, kendi alanlarını aşıp başka sanat dallarına da etki ettiler. tabi bu tip etkinin dışında farkında olmadan büyük benzerlikler gösteren sanatçılar da mevcut, işte birkaç örnek:

charlie chaplin-shakespeare: shakespeare edebiyat denen türün tanrısıdır birçoklarına göre. kendisinden sonra gelen hemen hemen tüm yazarları, şairleri etkilemiş, edebiyatın bir sanat dalı olarak yücelmesini sağlamıştır. işte bu da tam da vatandaşı chaplin'in sinemada gerçekleştirdiğiyle benzer bir durumdur. gerçekten de chaplin olmasaydı sanırım sinema belli başlı ülkelerde tıkılı kalmış olacaktı. bir başka benzer noktaları da hem güldürü hem de drama alanında aynı ustalıkla eserler üretebilmeleridir. güldürürken hüzünlendirebilen nadir adamlardandır chaplin. " hüzünlenmek istediğimde arada bir chaplin filmleri izlerim" sunay akın.

ingmar bergman-dostoyevski: kendi türlerine göre favorilerim olan bu iki dahi sanatçı, teknikten ziyade insana, insan psikolojisine verdikleri önemle tüm dünyayı kendilerine hayran bıraktılar. denilebilir ki, dostoyevski'nin edebiyatta yaptığını bergman sinemada başarıyla gerçekleştirmiştir. şahsi kanaatimce, edebiyatta dostoyevski, sinemada ise bergman'ın üstüne insan psikolojisini daha iyi anlatan yoktur.

stanley kubrick - james joyce : sinemanın en tartışmalı yönetmenlerinden biri olan kubrick, tartışılamayan bir özelliğiyle james joyce ile büyük bir benzerlik göstermektedir: aşırı titizliği...diğer yönetmenlerin aksine 5-6 senede bir ancak bir film çekebilen kubrick, filmlerinin kusursuzluğunu işte bu detaycılığına borçludur. nitekim aynı dili konuşan joyce da edebiyat tarihinin en titiz yazarıdır. kılı kırk yaran deyimini sonuna kadar hak eden bu iki usta ismin tüm yapıtları işte bu detay farkı nedeniyle başyapıt düzeyindedir.

alfred hitchcock - agatha christie : polisiye dendiğinde akla ilk gelen isim olan a. christie bitmek tükenmek bilmez enerjisi ve dolayısıyla roman yazmadaki üretkenliğiyle de meşhurdur. bu cümlelerin hemen hemen aynısı hitchcock için de geçerlidir. gerçi hitchcock'un filmleri her ne kadar gerilim türüne sokulsa da, bu filmler polisiye türünü ucundan kıyısından da yakalıyor aynı zamanda.

8 Ekim 2013 Salı

DÜNYANIN EN İYİ ON ROMANCISI

millet olarak edebiyat ve sanat söz konusu oldugunda genellikle kategorize etmeye karşıyızdır. yazarları ya da yapıtları böylesi sınıflamalara tabi tutmanın gereksizliğinden yakınıp, yazarına kaba tabiriyle "artist" damgası yapıştırırız. böylesi kategorize çalışmalarında ortaya çıkan bir başka sorun da beğeniye saygı üzerinedir. "göreceli" olarak nitelendirdiğimiz beğeni farkı bu tip çalışmalarda ilk dikkat edilmesi gereken husustur. bu tip sınıflamalar yazarını bağlayan bir durumdur. okura düşen tek şey saygı göstermesi gerektiğidir. burada önemli olan,  edilgen durumdaki okuyucunun etkene gösterdiği tepkinin biçimi ve boyutudur. zira bilindiği gibi bu tip kategorize çalışmaları yazarına bir şey kazandırmaz ama edilgen okur yeni fikirler ve bilgiler kazanabilir.

asıl konumuza gelecek olursak iş biraz daha güçleşir. aslında en iyi on romancıyı seçmenin belli bir altyapı gerektirdiğine inanmıyorum. böylesi kültürel bir altyapının türkiyede bile oldukça az sayıdaki kişide olması hafifletici bir sebep olsa gerek. üstelik netice itibariyle yapılacak her seçim kişisel olacaktır. yani o listeyi sevdiğiniz yazarlar oluşturur. dolayısıyla da ben de kişisel bir seçim sunuyorum:

1 - dostoyevski : bence hiç kuşkusuz en iyi romancı dostoyevski'dir. hem yazarlarin hem elestirmenlerin hem de okurlarin favorisidir dostoyevski. teknik acidan kusurlari mevcut. ama romanlarinin psikilojik derinligi bu kusurlari unutturuyor. suç ve cezanın efsanevi karakteri raskolnikov'un işlediği cinayet sonrasındaki psikolojisi sanırım hala hepimizin hatırındadır. dünyanın en iyi romanları listelerinde en üst sıralarında suç ve ceza , karamazof kardeşler , budala gibi romanların olması tesadüf olmasa gerek. ayrıca hiç bir yazar 20. yüzyıla dostoyevski kadar etki edememiştir. ölümünün ardından yaklaşık 130 yıl geçmesine rağmen o hala en iyi romancı benim gözümde.

2- tolstoy: tolstoy teknik açıdan modern romanın en büyük öncüsüdür bence. romanları adeta kusursuz bir yapıya sahiptir. ne balzac gibi detaylarda aşırıya kaçar, ne james joyce gibi okuru zorlar, ne de dickens gibi kendini tekrar eder. ama dostoyevski kadar da büyüleyici ve sürükleyici değildir. anna karenina ve savaş ve barış birçok eleştirmenin gözünde dünyanın en iyi romanlarıdır.

3- james joyce : roman sanatının bu gelmiş geçmiş en büyük devrimcisi hakkında söylenecek pek fazla şey yok. romanları tekniğin en üstün örnekleridir hiç kuşkusuz. ancak okunmasindaki zorluklar, kurgusunun ve dilinin agirligi onu dostoyevski ve tolstoy'un gerisinde birakiyor.
ulysses gibi bir romanı yazarak 19. yüzyıl roman anlayışına ve katı realizme son veren ve yeni bir roman anlayışını başlatan joyce, daha sonra finnegans wake adında anlaşılması ve başka bir dile çevrilmesi imkansız bir roman yazmıştır. üstelik neden bu kadar zor bir roman yazmayı denediniz diye soranlara da " 300 yıl boyunca tartışılsın" diyecektir.

4- marcel proust : genç yaşında ölen bu dahi yazar, sadece kayıp zamanın izinde adlı yedi ciltlik uzun soluklu tek romanıyla dünya edebiyat tarihinin en iyi yazarları arasına girmeye hak kazanıyor bence. teknik açıdan kusursuz, üslubu mükemmel olan roman, sadece yüzyılımızın değil tüm zamanların en iyi birkaç romanından biridir. ayrica onun dönemine kadar kimse fransız burjuvazisini balzac kadar iyi anlatabilecek birinin çıkabileceğine inanmıyordu. oysa proust, paris sosyetesini öyle gerçekçi bir şekilde anlattı ki roman yayınlandıktan sonra, romanda kendilerinin eleştirildiğini düşünen o dönemin oldukça önemli isimleri proust ile kavgaya varacak denli yazışmalarda bulundular.

5- franz kafka : apayrı bir dünyası vardır onun. okur, bir kere kafka'ya başladı mı tüm yapıtlarını okumadan elinden kurtulamaz. tüm yapıtlarını bitirdiğinde ise bambaşka bir kimliğe bürüneceğine hiç şüphe yoktur. en farklı, en sıradışı ve dostoyevski'den sonra en etkili yazardir kafka. ancak yine de zaaflari coktur. romanları hiç kuşkusuz en özgün romanlardır; belki bu nedenle öldükten sonra anlaşılmıştır. ancak bu romanlar bütünlükten yoksundur. dava, şato gibi iki önemli romanını tamamlayamamıştır. üstelik karalama defterleri çoktur ve hepsi de yayınlanmıştır defalarca. dolayısıyla , böyle ardında herşeyi yarım yamalak bırakmasından hareketle disiplinsiz bir yazar olarak da görebiliriz onu.

6- honore de balzac : karakter yaratmadaki ustalığı ve üretkenliği onu listeye sokmaya yetecektir. ama betimlemelerdeki aşırılığı onu gerçekçilikten ve samimilikten uzaklaştırıyor bence. her ne kadar realist olarak nitelendirilse de yapıtları adeta yeşilçam filmlerini andırır. kahramanlar ya erol taş gibi çok kötüdür ya da hulusi kentmen gibi çok iyidir, ortası yoktur. insanlık komedyası adı altında topladıgı romanların sayısı sekseni geçer. yani oldukça üretken bir yazardır. dolayısıyla da bundan özensiz yazdığı sonucunu da çıkarabilir. zira genç denebilecek yaşta (51) ölmüştür.

7- gustav flaubert : ülkemizde genellikle ilk romanı madame bovary ile tanınmasına rağmen dilimize cemal süreya'nın çevirdiği duygusal eğitim adlı romanını başyapıtı kabul edenlerin sayısı hiç de az değildir edebiyat dünyasında. flaubert genellikle james joyce ile birlikte en disiplinli yazar olarak anılır. her bir romanı için en az beş yıl çalışmış, en iyi şeklini bulana kadar uğraşmıştır. üstelik bir akımı bitirip yeni bir akım yaratacak kadar etkili olan istisnai yazarlardan biridir. zira bilindiği gibi madame bovary romantizmi bitirirken realizmi ortaya çıkarmıştır.

8- charles dickens : belki ingilizce yazan en iyi yazar unvanını james joyce'a kaptırdı ancak o hala ingilizlerin en çok sevdiği ve en çok okuduğu yazar. yirminci yüzyıl edebiyatı üstünde fazla bir etkisi yoktur. üstelik yaşadığı dönemde romanlar gazetelerde tefrika olarak yayınlandığından ve yazarlar kelime başı para kazandıklarından dolayı dickens'da yinelenmis cumleler ve benzer olaylara rastlamak hiç de zor değil. dolayısıyla da romanlarını para uğruna uzattığı görülür. ancak yine de onun romanlarındaki sıcaklık, samimilik hiç bir yazarda yoktur. üstelik londra'yı da hala en iyi anlatan yazardır.

9- thomas mann : kanımca hiç bir yazar thomas mann kadar çok sayıda büyük roman yazabilme onuruna erişememiştir. almanların bu en büyük yazarı ardında, buyulu dag , buddenbrook ailesi, yusuf ile kardesleri, doktor faustus, venedikte olum , lotte weimarda gibi başyapıtlar bıraktı ancak o çağdaşı yazarlara göre biraz daha klasik tarzda bir yazardir. dolayisiyla asla joyce, proust ve kafka kadar etkili olamamistir.

10- william faulkner : nobel edebiyat ödülü almasına rağmen değeri daha sonra anlaşılan yazarlardan biridir faulkner. bunun en büyük nedeni yapıtlarının zor anlaşılmasıdır. bilinçakımı tekniğinin en uç örneklerini oluşturan romanlarını anlayabilmek zahmet gerektirdiğinden okurlar tarafından pek tutulmaz. oysa o yazarların ve eleştirmenlerin gözünde açık ara en iyi amerikalı yazardır. türkiye'de de pek okunmayan/anlaşılmayan yazarın bir iki istisna hariç en önemli romanları doksanlarda türkçeye çevrildi. zaten john steinbeck ernest hemingway , jack london , gibi yazarların tüm romanları daha yetmişlerin başında türkçeye çevrildiğini düşününce faulkner gibi bir yazarın 2000leri bitirdiğimiz halde hala tüm yapıtlarının çevrilmemesi kanımca trajik bir durumdur ülkemiz adına.

10 -cervantes : genellikle ispanyolca konuşulan ülkelerin en iyi yazarı, modern romanın kurucusu ve hatta kimi eleştirmenlerce hala en büyük romancı gözüyle bakılan cervantes'in birçok romanı olmasına rağmen don kişot dışında pek de ciddiye alınan bir yapıtı yoktur. her ne kadar dilimize diğer yapıtları da çevrilmiş olsa da yapıt romancının önüne geçiyorsa yazarın yeteneği tartışmaya açık demektir. ama buna rağmen don kişot gibi bir romanın yazarını listeye almamak da listenin geçerliliğini sorgulatabilir. hiç kuşkusuz hala en önemli romandır don kişot. sadece bunun için bile olsa bu listeye girmeyi hak ediyor cervantes..

10-stendhal : fransız romanının bu efsanevi ismi, kırmızı ve siyah, parma manastırı gibi başyapıtların sahibi stendhal genellikle realizmin zirvelerinden biri sayılır. yaşadıgı dönemde (balzac dışında) eleştirmenlerden ve okurlardan pek takdir görmese de , kendisi zaten öldükten çok sonra anlaşılacagını belirtmişti. nitekim 19. yüzyılın sonunda yeniden keşfedildi ve bir anda dünya romanının kilometre taşlarından biri kabul edildi. özellikle reailstler tarafından baştacı edildi ve "roman, yol boyunca gezdirilen bir aynadır" sözü akımın sloganı kabul edildi.

10 -gabriel garcia marquez : "yaşayan en büyük yazar" ünvanlı marquez'i listeye almakta açıkçası biraz çekindim. zira bir yazarın degeri öldükten çok sonra yapıtları hala okunabiliyorsa anlaşılabilir. nitekim döneminin faulkner, thomas mann , samuel beckett gibi yazarları olmasına ragmen en iyi yazarı, en çok satanı olarak kabul gören cronin sadece 40 yılda unutulup gitti. dolayısıyla 2050lerdeki durum marquez'in ebediliğini belirleyecek gibi duruyor. ama yüzyıllık yalnızlık, kolera günlerinde aşk, kırmızı pazartesi gibi romanların yazarı bence hiç kuşkusuz şimdiden efsaneler arasına girmeyi garantilemiştir. kanımca tüm zamanların en iyi birkaç romanından biri olan yüzyıllık yalnızlık romanın gidişatını büyük ölçüde değiştirmiş bir romandır

POLONYA SİNEMASI: ACININ GÖRSEL ŞÖLENİ




Polonya...Doğu Avrupa’nın soğuk ülkesi ; çekingen, sessiz sakin ve dinine düşkün insanlar ülkesi; İkinci Dünya Savaşı’nın en çok yara alan ülkesi...Hemen hemen tamamen varoşlardan oluşan sokakları, yıkık dökük eski binaları, sokaklarında cirit atan dilencileri ile doğunun tüm kasvetini üzerinde yansıtır.

Ne zaman Polonya’nın tenha sokaklarında bir başıma dolansam içimi ürpermeyle karışık bir acıma hissi kaplardı. Terkedilmiş izlenimi veren bu sokaklarda attığım her adımın sesini duyar, başımı kaldırdığımda yüzünü çeviren tedirgin insanlara rastlardım. Zira yabancı demek, tedirginlik ve güvensizlikle eş anlamlıydı onlar için. Çünkü tarih boyunca Japonların aksine doğadan değil, insanlardan zarar görmüşlerdi. Bazen de elimi soğuk duvarlarına dayar ve öylece kımıldamadan beklerdim. Birden duvarların ardındaki yalnızlık, terkedilmişlik ve sessizlik, bir çığlık gibi düğümlenirdi boğazımda. İşte öylesi sessizlik anlarında, uzaklardan gelen çan sesleri kulağımın dibindeymişçesine yankılanırken, kendimi kafkaesk bir boşluğa sürüklenir hissederdim. Farkındaydım, Doğu Avrupa’ydı burası; dehşetin, trajedinin, en önemlisi de Auschwitz’in olduğu bir yerdi. Belki savaşın izleri şehirlerden silinmişti; ama bu izler, insanların yüzlerine/karakteristik özelliğine bir daha silinmemek üzere sinmişti.

Rusya ve Almanya  gibi iki güçlü ülkenin ortasında varolmanın acısını tarih boyunca üzerinde taşıyan bu millet, her şeye rağmen Kopernik, Chopin, Marie Curie, Sienkiewicz, Stanislaw Lem, ve daha birçok ünlü ve yetenekli kişiyi insanlığın hizmetine kazandırdı. Bu kadar farklı alanda başarı söz konusu olunca sinemaya da el atmaları ve hatta dönem dönem damgalarını basmaları pek gecikmedi.

Polonya sinemasının ortaya çıkışı, hemen hemen sinemanın ortaya çıkışıyla aynı tarihlere, 1890′lara kadar gider. Ancak işin trajik yanı, sinemanın ortaya çıktığı yıllarda , Polonya diye bir ülke yoktu haritalarda. Ülke Ruslar, Almanlar ve Avusturyalılar arasında bölüşülmüştü. İkinci Dünya Savaşı bitene kadar da doğru düzgün çalışma ortamı olmadığı için, savaş öncesi dönemde günümüz adına önemli bir film çekilmez. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise özellikle Aleksandr Ford’un girişimleri sayesinde kıpırdanma olur ve 1948 yılında Polonya’nın küçük bir şehri olan Lodz’da (vuç diye telafuz edilir) yalnız Avrupa’nın değil dünyanın da sayılı sinema okullarından biri kurulur. Bu okul, yıllar içerisinde Avrupa sinemasına damga vuracak birçok yönetmenin yetişmesini sağlayacaktır.

İkinci Dünya Savaşı’nın etkileri Polonya sinemasına büyük ölçüde yansımıştır. Bu dönemde çekilen filmler genellikle ahlaki kaygıları ve ulusal değerleri öne çıkarır. Lodz Film Okulu’ndan mezun olan yeni nesil yönetmenler içerisinde Andrzej Wajda, Andrzej Munk ve Jerzy Skolimowski 1950′li ve 1960′lı yıllarda Polonya sinemasında öne çıkan isimler olurlar. Bu dönem filmleri içerisinde ise hiç kuşkusuz Wajda imzalı Kanal (Canal, 1957) ve Küller ve Elmaslar (Ashes and Diamonds, 1958); Munk imzalı Yolcu (The Passenger (1961) filmleri öne çıkar. Bu filmler Cannes ve Venedik gibi uluslararası festivallerde çeşitli ödüller toplayarak dikkatleri Polonya sinemasına ve Lodz Film Okul’una çevirirken, Polonya sineması ise yavaş yavaş Avrupa’da adından söz ettirmeye başlar.

1960′ların ortalarından itibaren duraklama dönemine girer Polonya sineması. Bunda özellikle artan Sovyetler Birliği etkisi ve ülkenin sansürcü sosyalist hükümetlerinin baskıları önemli rol oynar. Bu dönemde yılda sadece birkaç film çekilirken, sansür ve baskı nedeniyle ülkenin önde gelen yönetmenlerinden Skolimowski yurt dışına kaçar. Ancak Skolimowski kaçmadan önce ülkesinde çektiği son filmi Eller Yukarı (Hands Up, 1967) ile sistemi kıyasıya eleştirir ve büyük bir gürültü koparır. Roman Polanski ise çoktan İngiltere’ye kaçmıştır bile.

Burada Roman Polanski’ye ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Sırasıyla çevirdiği Sudaki Bıçak (Knife in The Water ,1962), Tiksinti (Repulsion), Rosemary’nin Bebeği (Rosemary’s Child , 1968) ile dünya çapında bir yönetmen olmuş; Çin Mahallesi, (Chinatown, 1974) ile zirveye çıkıp Oscar ödülü dahi kazanmıştır. Ancak Polanski her ne kadar aslen Polonyalı olsa da, Polonya sinemasına pek bir katkısı yoktur. Filmlerinin büyük bir çoğunluğunu yurtdışında çekmiş, anadili Lehçeyi kendi halkının dramını anlatan Pianist filminde dahi kullanmamıştır.

1970li yıllardan itibaren Polonya sinemasına hareketlilik gelir. Bu dönemde yine Lodz Film Okulu mezunları Roman Polanski, Krzysztof Zanussi ve Krzysztof Kieslowski öne çıkar ve bu isimler zamanla yalnız Avrupa sinemasının değil dünya sinemasının da önemli yönetmenleri arasında sayılır. Onlara 80′ler ve 90′larda çevirdiği kült filmler ile bir kadın yönetmen, Agnieszka Holland da katılır.

Polanski ve Kieslowsi’ye nazaran ülkemizde pek tanınmayan Krzysztof Zanussi, felsefeyi sinemanın içinde eriten filmleri ile uluslararası kabul görmüş bir yönetmendir. Diğer bir deyişle, Jean Jacques Rousseau ve Denis Diderot’nun edebiyatta yaptığını sinemada başarabilmiştir. İlk uzun metrajlı filmi Kristalin Yapısı (Struktura, 1969), Cannes Film Festivali’nden juri büyük özel ödülü ile dönen Sabit Sayı (Kontans, 1980) , Venedik Film Festivali en iyi film ödüllü Sakin Güneş Yılı (Rok Spokojnego Slocna,1984) en önemli filmleridir.

Ancak 70′li yılların en önemli Polonya filmini Mermer Adam (Man of Marble, 1976) ile Wajda verir. Çoğu kimselerce “Polonyanın Vicdanı” ve “Ustalar Ustası” gibi adlarla anılan Wajda, Polonya tarihi, ikinci dünya savaşında Polonyalıların durumu temalı filmleri ile Polonya sinemasında ayrıksı ve özel bir yere sahiptir. Kieslowski ise filmlerini genellikle Fransa’da çekmeyi tercih etmiş, Wajda’nın toplumsal filmlerinin aksine bireyi öne çıkaran filmleri ile vatanına sırt çevirdiği iddialarına maruz kalmıştır. 1979′da ilk önemli filmi Amatör (Camera Buff) ile Avrupa’da dikkatleri üstüne çekmeye başlayan Kieslowski, sonraki yıllarda çekeceği filmler ile Avrupa sinemasının medhar ı iftarlarından biri olarak anılacaktı.

80′li yıllar Polonya sinemasının yükselişe geçtiği bir dönemdir. Bu yılların en önemli filmleri; Cannes Film Festivali Altın Palmiye ödüllü Wajda filmi Demir Adam (Man of Iron, 1981), yine bir Wajda yapıtı olan Danton (1983), Kieslowski’nin Musa’nın on emrinden hareketle Polonya devlet televizyonu için çektiği on bölümlük Dekalog (1989-1990), Skolimowski imzalı Ay Işığı (Moonlighting,1982) sayılabilir.

Bu filmler içerisinde hiç kuşkusuz Dekalog serisi öne çıkar. Kieslowski her ne kadar bu filmleri Polonya devlet televizyonu için yaptıysa da, filmler o kadar dikkat çeker ki, serinin beşinci ve altıncı filmlerini sinemasal zemine oturtarak yeniden çeker: Aşk Üzerine Kısa Bir Film (A Short Movie About Love,1988) ve Öldürme Üzerine Kısa Bir Film (A Short Movie About Killing, 1987). Her iki film de gösterime girdiği yıllarda büyük ilgi görür ve başta Cannes olmak üzere, uluslararası festivallerden çeşitli ödüllerle döner.

90′lı yıllara gelindiğinde Polonya sineması gerçek anlamda altın çağını yaşar. Lodz Film okulu mezunları Wajda, Kieslowski, Polanski, Zanussi, Skolimowski artık olgunluk dönemlerinin zirvesindedir. Bu ustaların yanına Avrupa’da adı yeni yeni duyulmaya başlayan ve zamanında Wajda ile Zanussi gibi iki ustanın çıraklığını yapan Agnieszka Holland da katılır. Böylece Polonya sinemasının yedinci harikası da tamamlanmış olur (gerçi Polonya sinemasının yedi harikasından biri olan Andrzej Munk 1960′larda henüz kırk bir yaşındayken hayatını kaybetmiştir).

Hiç şüphesiz 90′lı yıllar Agnieska Holland ve Kieslowski’nin yıllarıdır. Kieslowski önce sıradışı filmi Veronika’nın İkili Yaşamı (A double life of Veronica, 1991) ile en önemli filmlerinden birine imzasını atar. Sonrasında ise yalnız kendisinin değil, sinema sanatının da en büyülü filmlerinden biri olan Üç Renk Üçlemesi (Three Colours,1993-1994) filmlerini tamamlayarak sinemayı bıraktığını açıklar. Üç Renk Üçlemesi, adını,Fransa bayrağını oluşturan mavi, beyaz ve kırmızıdan alır. Serinin ilk filmi Mavi (Blue, 1993) özgürlüğü, ikincisi Beyaz (White, 1994) eşitliği, üçüncü ve son filmi Kırmızı (Red, 1994) ise kardeşliği sembolize eder. Serinin bütünlüklü yapısının yanında, Kieslowski filmlerinin değişilmez bestecisi Zbigniew Preisner’ın da olağanüstü müziklerinin filme büyük katkısı vardır. Cannes, Berlin, Venedik gibi tüm önemli festivallerden çeşitli ödüllerle dönen Üç Renk Üçlemesi, kimi eleştirmenlerce sinema sanatının en iyi üçlemesidir. Ancak Kieslowski yeni filminin çekimlerine başlayamadan 1995 yılındaki ani ölümü yalnız Polonyalıları değil tüm hayranlarını derin üzüntüye boğmuştur.

 Agnieszka Holland ise Avrupa’nın önde gelen kadın yönetmenlerden biridir. Lodz Film okulu’nun bir numaralı rakibi konumundaki Prag’daki FAMU’da sinema eğitimi alan Holland, Zanussi’yi hocası kabul eder. Ardı ardına çektiği Europa Europa (1990), Olivier Olivier (1992), Gizli Bahçe (The Secret Garden, 1993) gibi filmleri anında kült statüsüne erişen Holland, kendini bir anda Avrupa’nın önemli yönetmenleri arasında bulur. Bu filmlere başrolünü Leonardo Di Caprio’nun oynadığı Rimbaud ile Verlaine ilişkisini anlatan Tutkunun Şairleri (Total Eclipse, 1995) adlı popüler filmini de ekleyen Holland, Avrupa sinemasında 90′lı yılların en başarılı yönetmenlerinden biri olmuştur. Eski ustalardan Wajda, Pan Tadeusz (1999) ; bir diğer usta Zanussi ise Dörtnala (At Full Gallop,1996) ile 90′lı yıllardaki en önemli filmlerine imzalarını atarken bu yıllarda Polonya sinemalarında Amerikan filmleri revaçta olur. Bundan elbette genç yönetmenler de etkilenir ve Holyvoodvari filmler çekilmeye başlanır. Bu dönemde Amerikan tarzı filmlerin en başarılısı Wladyslaw Pasikowski’nin Domuzlar (Pigs,1992) adlı filmidir.

2000′li yıllar Polonya sineması için gayet verimli geçer. Önce 2000 yılında Andrzej Wajda Oscar onur ödülüne değer görülür. Ardından 2002 yılında Polanski Pianist filmiyle Cannes’da altın palmiye dışında, en iyi yönetmen dahil 3 dalda Oscar kazanır. Polonyalı yönetmenlere ardı ardına verilen bu Oscar ödülleri Polonya sinemasının sadece Avrupa değil aynı zamanda evrensel boyutta olduğununu da bir kez daha ispatlar. Polanski’nin Pianist filmi kendi filmografisi için oldukça özel bir yerde durur. Yıllarca vatanından uzakta, Amerika, İngiltere ve Fransa’da yaşamış, filmlerini oralarda ve anadilinin dışında yani İngilizce çekmiş, Polonya tarihine ve kültürüne hiç değinmemişti. Ancak Polanski öyle bir film çekti ki, hem kendi milletine olan gecikmiş vefa borcunu ödedi, hem de Chinatown’dan sonra düşüşe geçen kariyerini yeniden zirveye çıkarttı. Denilebilir ki Spielberg için Schindler’s List neyse, Polanski için de Pianist öylesi bir anlam ifade eder. Pianist filmi dışında bir Charles Dickens uyarlaması olan Oliver Twist (2005) ve bol ödüllü filmi The Ghost Writer (2010) ile 2000′li yıllarda adından oldukça söz ettirmiştir.

 Wajda ise Katyn (2007) filmi ile bu dönemdeki en başarılı filmini gerçekleştirir. Film, yabancı dilde en iyi film Oscar ödülüne adaylık kazanmasının haricinde çeşitli festivallerden ödüllerle de döner. Zanussi’nin İstenmeyen Adam (Persona Non Grata, 2005; Skolimowski’den Anna ile Dört Gece (Four Nights with Anna, 2008), Esential Killing (2010); Jan Jakup Kolski’nin Pornografia (2003) adlı filmler dönemin öne çıkan başlıca yapımlarıdır.

Yeni bir döneme girerken, Polonya sineması sırtını eski ustalara dayamıştır. Yunanlıların antik Yunan edebiyat ve sanatını temel kaynak ve örnek alması misali, genç Polonyalı yönetmenler de Wajda, Zanussi, Kieslowski, Skolimowski gibi ustalarının izinden gider. Ancak elbette çoğu ülkede olduğu gibi Polonya’da da popüler Amerikan filmleri gişede üstündür ve bu kimi yapımcı/yönetmenlerin iştahını kabartmakta, bu tip filmler çekmelerine sebep olmaktadır.

 Soykırım, yıkım ve savaşlarla dolu bir yüzyılı geride bırakan dünya, yeni bir döneme geçişin sancılarıyla/sorunlarıyla boğuşurken, akıl almaz hızda artan teknolojik gelişmeler insanoğlunun birbiriyle iletişimi arttırmaktan ziyade bireyselleştirmeye, dolayısıyla da engellemeye yönelik ilerlemektedir. Gittikçe eğlenceye ve populizme odaklanan televizyon ve sinema ise bu geçişin sorunlarını yansıtmaktan oldukça uzaktadır. Özellikle Amerika çıkışlı, popüler kültür ve eğlence temelli, toplumsal sorunları yansıtmaktan uzak, sadece anlık keyif veren aksiyon ve macera filmleri sinemanın geleceği hakkında pesimist düşüncelere sevketmektedir. İşin daha da kötü yanı, Amerikan sinemasının gişedeki hegomonyası neticesinde, diğer ülke sinemalarının da ekonomik sıkıntılar nedeniyle gişede başarı odaklı filmlere yönelmeleridir. İşte böylesi bir ortamda Polonya gibi mütevazı ama nitelikli filmler üreten ülkelere ihtiyaç duyulmaktadır. Dileğimiz odur ki kısıtlı bütçeleriyle Holywood’a direnmeye çalışan Polonyalıların bu sinemasal savaştan galibiyetle ayrılmalarıdır.